Günaydın Gezginler Kültür Tarih Gurme Doğa Fotoğraf Gezi

Samistal yaylası

Facebooktwitterrsstumblrinstagramflickr


Bu defa öneri yok, tarif yok. Bu defa kocaman bir hayali gerçekleştirmenin kelimelerle ifade edilemeyeceği gerçekliğiyle, içimi dökücem. Ama siz o topraklara hiç ayak basmadıysanız, zaten beni anlayamayacaksınız. AVM sevengillerdenseniz, beni zaten asla anlamayacaksınız, yol yakınken sayfayı kapatın gitsin 😀 Ama eğer ki bulutların üstüne çıkmış o nadide insanlardansanız… Siz de benim gibi, gönlünüzü çoktan oralarda bırakmışsınız.

Israrla okumak isteyenler. Bir kere öncelikle şunu anlayın;

Karadeniz; yalnızca Ayder, Sümela, Uzungöl’den ibaret değildir. Hele Arapları mıknatıs gibi çeken o tuhaf restore yapılar hiç değildir. Mevcut birkaç adı duyulmuş yerde muhlama yiyip kazıklanmak hiç değildir. Karadeniz dediğin, “dahil olmak”tır. Ormana, nehre, sohbete, mutfağa, horona…

Yıllardır Karadeniz’e bir şekilde gider gelirim. Ya iş nedeniyle ya da öylesine. Ama ne yazık ki, her gittiğimde duyduğum, nedenini çözemediğim bir şekilde, adını anan bölge insanının duygusallaştığı, özel bir yere koyduğu Samistal yaylası’na bir türlü yolum düşmemişti. Türküsü vardı da… Zaten hemen her yaylanın türküsü yok muydu Karadeniz’de?

Neydi bu sorunun cevabı?

Bu sefer kararlıydım. Uzun Karadeniz gezisi planımızın bir kısmı bu amacı taşımalıydı. Şansım var ki 3 kişilik uyumlu bir ekiptik ve yol arkadaşlarım  beni kırmadı. Makrevis’ten çıktık yola.

Elevit’te karşılaştığımız Çamlıhemşinli tanıdıklarla iki satır sohbetin ardından, Tirovit’te, eski öğrencisi olduğum fotoğraf derneği ekibiyle karşılaşmak keyifliydi. Sohbet muhabbet güzel ama önümüzde tırmanılacak koca bir boğaz bizi bekliyor. Hazır “duman” yokken fotojenik Tirovit’ten, aşağıdakine benzer birkaç kare alıp, Karadeniz dağlarında bile adım başı tanıdığa rastlamanın mutluluğuyla yola koyulduk.

Dumanın içinden Hor (horon) boğazı’nı aşıp Meleskurluların yanına inmek zahmetli olduğu kadar büyüleyiciydi.

Hele ki son dakikada, görüş mesafesini birkaç metreye indiren dumanın içinden çıkan ve oracıkta cebindeki tüm dağ çayını bana hediye eden Vildan ismindeki bir yaylacıya rastlamak sürpriz olmuştu.

Çünkü o kadar yoğun bir sis vardı ki, elimizde GPS olmasa, nerede olduğumuzu bilmemizin imkanı yoktu ve düşünsenize, dağda birden karşınıza çıkan tek başına ot toplayan bir kadın. Oysa Palovit yaylasının 3 mahallesi de hemen bulunduğumuz yamacın aşağısında koca bir alana yayılmış duruyordu. Meleskur, Arsivos ve Çaneva Mahalleleri’nin bir arada bulunduğu koca bir yayla Palovit. Boğazdan inerken Meleskur’da, Samistal yolunu sorduğumuz kişilerin Çamlıhemşin’in dillere destan, tarihi taa Rusya’ya dayanan fırıncılık kültürünün yapıtaşlarından Denizatı Pastanesi’nin ustabaşısı Muharrem Bey, diğeri ise Şölen Pastanesi ailesinin Emin Dayısı olması ise çok da şaşırtmamıştı bizi. Bu topraklardan, bütün Türkiye’nin gerçek pasta ve fırın ustaları çıkıyor yıllardır. Dededen toruna miras bir kültür bu. Ancak Hemşin bölgesinde değil de çoğunlukla başka şehirlerde daha aktif olmaları üzücü.

Pastacı büyüklerimizin önerisiyle karşı mahalledeki küçük ama meşhur köy kahvehanesine doğru devam ettik. Duman tüm coğrafyayı yorgan gibi örtmüştü ve hala hiçbir şey görmüyorduk. Odunlarımızı aldıktan ve meşhur duvarına isimlerimizi hatıra bıraktıktan sonra çayımızı da son kez yudumlayıp ayrıldık kahvehanedeki sohbetten. Samistale yaklaşıyorduk. Yine duman, her yer duman… ve içinden çıkan 1 Amerikalıyla 1 tanıdık rehber. Biz aksi yönde devam. Sonra yine sisten çıkan çocuklar. Yayladan yaylaya gezmeye çıkmışlar. Tabelayı gördük nihayet. Başka da bir şey yok. Her yer hala duman 😀 Arabayı bulduğumuz ilk düzlükteki evin dibine bıraktık. Ve işte o an başladı Kaçkar’ın en yüksek yaylalarından biri olan Samistal ile ilk temasımız.

Merakla evinden çıkıp bize hoş geldin diyen Gülsüm Abla ve eşi Yusuf Abi; yoğun sis altında sürüsünü ardına katıp evinin yolunu tutan Emine; yanımızdaki masada soluklanmaya gelen, kocaman hasır şapkasıyla herkesin tanıdığı 85’lik çoban Mustafa dede; güneşten yana yana suratı patlıcan moruna dönmüş, Ankara’dan pastacı çıraklığını bırakıp yaylaya çobanlığa gelen Seyfi; siste kaybettiği buzağılarını kurda kaptırma paniği yaşayan, derdini bizden iyi anlatan konuşma engelli (?) abla; bize hoş geldin demek üzere kendini sevdirmek için burnunu karnımıza dayayan bir sürü inek (favorim Gülsüm ablanın Nazabozu, fotoğraf da aşağıda zaten 🙂 ), upuzun kocaman bir salıncak, ayağımızın altından akan incecik su kanalları, puğardan gelen suyun aktığı pırıl pırıl bir çeşme… Birden capcanlı bir sahnenin ortasında buluverdik kendimizi. Yüzlerinde koca bir gülümsemeyle, daha önce hiç görmedikleri bu 3 gezgini karşılayan yayla halkının canı gönülden karşılamasından cesaret bulup salıncağın yanında çadır kurmak için izin istedik. Çocuklar gibi şendim.

Tanışma, kaynaşma derken, Samistal sanki bizi kendine kabul eder bir edayla, tüm dumanı kaldırıverdi üzerinden. Öyle hızlı kalktı ki, yaşadığımız şaşkınlığı üzerimizden atmakta zorlandık. Artık nasıl bir yerdeyiz görebiliyorduk. Arkamızda yaylanın sırtını yasladığı koca bir tepe, etrafımızda bir sürü orijinal taş ev. Yaylanın diğer ucunda bulut denizinden oluşan şahane bir gün batımı manzarası. Yemyeşil çayırlar…

Cennete düştüğümüzü hissettiren bu yerde 3 gün geçirdik. Emine’nin getirdiği kaymak, Yusuf abilerin evden taze sağılmış mis gibi süt, yeni yapılmış yoğurt, Mustafa Dede’nin o kocaman gülümsemesi ve anıları, ikinci gün gelen Hasan Abi’nin elleriyle yaptığını öğrendiğimiz salıncakta izlenen muhteşem gün batımları. Sonradan tanıştığımız, bizi bahçesine çağırıp çay ve o lezzetli mısır ekmeklerinden ikram eden Kerziban abla ve eşi Başar abimizin sohbetleri, yaylanın genel yapısı ve evlerin yapılışları hakkında verdikleri değerli bilgiler…
Aşağıda, Kerziban ablaların bahçesindeyken çektiğim fotoda da görebileceğiniz gibi, kesme taştan oluşan, üstü genellikle gri sacdan çatıyla örtülü bu binaların hala tek tip kalmış olması çok güzel. Eskiden çatı olarak harduma denilen büyük ebatlı ağaç kabukları dizilir, üzerine toprak serilir ve yeşillikle kaplanırmış (arkadaki evler). Koşullar değiştikçe, imkanlar geliştikçe, sac kullanmaya başlamışlar (sağdakiler). Şimdilerde maalesef farklı renkli çatılar yapılmaya başlanmış. Keşke orijinal haline sadık kalınsaymış.


Patikalardan birinde karşılaştığımız Ali Bey ise bizi peşine katıp, bazıları 100 yılı aşkın yaşa sahip evlerden kendi ailesine ait 2’sini gezdirdi.  Biri de tesadüfen, önünde çadırlarımızı kurduğumuz, 1938 tarihli binaymış. Kendi kullandığı binayı gezdiğimizde geleneksel olarak kullanılan tüm ev aletlerini hala sakladığını ve kullandığını gördük.
En çok dikkatimi çeken de, başka bir komşudaki evlerden birinde kesme taş değil kayrak taşı uygulaması yapılmış olması. Ege’deki yazlık evlere benzemiş. Üzüldüm.

Bu bölgede bir de evlerin yanına yapılmış küçük kulübeler vardır. “Maran” denilir. Aslında peynir, tereyağ yapmak için kullanır, ama yeni dönemde, misafirler için küçük odalara dönüştürmüşler.

Küçük bir ara not: Samistal’daki yaylacılar ağırlıklı olarak Tecina, Makrevis ve Bodollu köylerinden gelenler. 

Kaldığımız ikinci gece, hava gerçekten soğuktu. Temmuz ayı ortasında 2550 metrede donduk. Ev sahiplerimiz bize kıyamayıp evlerine aldılar. Mutfakta yerdeki küçük kapağı fark etmesem, evlerin tamamında alt katta inekler olduğunu bile hatırlamıycam. Neden biliyor musunuz? Burada her şey pırıl pırıl. İnsanlar, eşyalar, evler.

En ilgimi çeken de ne oldu biliyor musunuz? İnekler. Evet kesinlikle. İnek dediğimiz şey nedir ki? Evin geçimini sağlayan, arada bir mööleyen, ortalarda sessiz sessiz dolaşıp etrafı izleyen, kendi halinde bir büyükbaş hayvan. Oralarda bir yerlerde dolaşır, ne o size bulaşır ne siz ona. Karadenizde de çok yerde karşılaştığım buzağılar, inekler, tosunlar olmuştu ama ben bu kadar sevgi gösterisinde bulunanını daha önce görmedim sanırım.

Yok! Burada dünya farklı yöne dönüyor sanırım. Burada inekler öpüp koklanıyor. Burada inekler ne kadar yetişkin olursa olsun mis gibi kokuyor. Hatta bazıları, yetişkin bile olsa süt kokuyor. Burada inekler her sabah 6’da güzel sözlerle uyandırılıp, gün boyu konuşa konuşa, şarkı söyleye söyleye gezdirilip, akşam da seve okşaya ahırlarına sokuluyor. Zaten çağırmasalar da, onlar bir saatte kendileri evlerine dönüyor. Burada zaman onlara göre akıyor. İşte o yüzden inekler sanırım kendini kedi sanıyor. Koca gövdesinin farkında olmadan gelip sana kendini sevdirmek için ısrarla burnunu uzatıyor. Sahibi eve doğru gittiğinde peşinden koşa koşa geliyor, çıksın diye sesleniyor. Evin pencerelerinden sahibini takip ediyor. Yerlerde yuvarlanıyor. Elinden su içiyor. Çobana çıkanların elindeki incecik dalları görünce bir şey sanmayın. O dallar dümen gibi. Dokunmadan yön veriyorlar. Hatta ben bile birçok kere denedim. Daha çok ineklere dadanan artist boğaları kovalamak için. Baya baya çobanlığa ayak uydurdum ben burada yahu 😀

Sonuç olarak bu 3 günü, arkadaki tepenin (3.050m) üstüne çıkıp Kaçkarları izlemek dışında, 2.555 metre irtifadaki Samistalden milim kımıldamadan geçirdim. Telefonun çekmediği, elektriğin, marketin, otellerin, bakkalın bile olmadığı Samistal bana, arındığımı hissettirdi. Çıplak ayakla dolaşabildiğim çayırlarında amaçsızca gezerken bana, hayatta insanın daha anlamlı amaçları olması gerektiğini hatırlattı. Her uğurladığımız güneşin, ertesi gün bize bambaşka sürprizler getirebileceğini.

Sonra anladım ki, Samistalin özel “bir”şeyi yok. Samistalle ilgili her şey güzel. Samistalin yoluna düşmek güzel. Ona ulaşmaya çalışmak, sabırla devam etmek, geçtiğimiz her yayladan insanlar edinmek, sabahın erken saatindeki şaşırtıcı enerjisiyle dolaşan birinin ağzından çıkan güzel bir yayla türküsüne karışmış çan sesleriyle uyanmak, güneşinde kavrulmak, dumanında üşümek, Samistalde su sesinde uyumak, kokusunu içime çekmek, bir daha hiç göremeyecek gibi vedalaştığın insanlarla, çiçeklerle, taşlarla, arılarla ve hatta ineklerle, en kısa zamanda görüşebilme heyecanını yanında götürebilmek…

Anladım ki Samistali Samistal yapan, taşı toprağı değil, beni oraya götüren yol ve bıraktığı anılar. Anladım ki değerli olan, Samistali yaşamak, Samistal olmak…

Kaybolan buzağılar mı? Bulundu 🙂

Not: Siz yine de oraya giderseniz, Hazindak yaylasına giden tarihi patikanın izini sürmeden dönmeyin derim.

Son not: YEŞİL YOLA HAYIR! Demez isek bu özel yaylaların tarihe karışması an meselesi.

Evet…

Ben de artık Samistali görengillerdenim, mutlu, huzuru tatmış ve gururlu; hatta bir Çamlıhemşinlinin dediğine göre, oraya daha hiç ayak basmamış kimi Rizeliden bile daha şanslı 😉

Hepinizin ömrü güzel olsun…

Facebooktwitterrsstumblrinstagramflickr

Bu yazı Günaydın Gezginler© tarafından hazırlanmıştır. Marka tescilimiz bulunmakta, fotoğraf ve yazılarımız telif hakkı taşımaktadır. Alıntı veya kopyalama yapılması durumunda referans olarak Günaydın Gezginler ismi ve sitemize bağlantı verilmesi gerekmektedir. E-posta adresimiz gunaydingezginler@hotmail.com

One Response to Samistal yaylası

Bir cevap yazın